Tuesday, November 26, 2013

Browning ve Coppola’nın Dracula Uyarlamaları




[Bu yazının tamamına http://www.otekisinema.com/browning-ve-coppolanin-dracula-uyarlamalari/ adresinden ulaşılabilir, burada sadece bölümlerinden alıntılar sunulmuştur.]


Bram Stoker’ın Dracula’sı (1897) defalarca sinemaya uyarlanan Victoria dönemi romanlarından biridir. Yayınlandığı tarihte değersiz bir Gotik-korku romanı olarak görülmüş olsa da, alt metni oluşturan temaları ve zamanının teknolojik gelişmelerini yansıtması nedeniyle akademik çalışmalara da konu olmuş bir eserdir.

Uyarlamaları söz konusu olduğunda 19. Yüzyıldan günümüze tiyatro oyunundan sinemaya, bilgisayar oyunlarından çizgi romana kadar çeşitli türlerde yeniden yazılmıştır. Film uyarlamalarının ilginç noktası ise akademisyenlerin ve eleştirmenlerin yaptığı sanatsal uyarlama ve kötü uyarlama ayrımıdır. Tod Browning’in 1931 Dracula ve Francis Ford Coppola’nın 1992 Bram Stoker’s Dracula uyarlamaları, gişe filmleri olarak değerlendirilseler de önemli uyarlama örnekleridir çünkü iki film de romanı farklı kültürel ve tarihi arka planlarda ele alır ve metni kendi dönemlerinin endişelerine göre yorumlar. Sadık kalınan/değiştirilen her bir nokta bu yapımları yakın okuma için elverişli hale getirir; bu yakın okuma uyarlamaların asıl metinle olan benzerliklerini ve farklılıklarını, izleyiciye yazarın/yönetmenin mesajını nasıl ilettiklerini ve yönetmenlerin seçimlerinin arkasındaki bilinçli/bilinçsiz sebepleri inceler.

Dracula hem yapısal hem de metinsel/sembolik zenginlik açısından karmaşık bir metindir. Stoker farklı anlatım teknikleri kullanır; metin günlükler, mektuplar ve telgraflardan oluşur. Zamanının teknolojik gelişmelerini anlatıcılarının aracılığıyla yansıtır: Mina Murray (Harker) daktilo kullanırken, Dr. John Seward günlüğünü fonograf ile tutar. Arthur Holmwood,  Quincey P. Morris’e telgraflar yollar. Mina gazetelerden haberler keser ve günlüğüne yapıştırır. Jonathan Harker ise günlüğünü Doğu’ya giden trendeyken yazmaktadır. Van Helsing kan nakli yaptığı gibi Dr. Seward da kan hücrelerini mikroskobuyla inceler. Karakterlerinin anlatıları aracılığıyla Stoker, yüzyılın sonunda teknolojik açıdan gelişmiş olan İngiltere’yi ve bu gelişmiş olan, medeni ve görünürde “arınık” olan İngiltere betimlemesi 19. Yüzyılın sonunda İngiltere’de yaşayan çağdaş bireylerin endişelerini ve korkularını da gözler önüne serer. Medeni yaşam koşulları beraberinde onları kaybetme korkusunu da getirirken, tıp dünyasındaki gelişmeler de hastalıklarla ilgili endişelere işaret eder. 

Romanın zorluklarından biri çok sesli anlatımıyken, bir diğeri yüzeydeki hikâyenin buz dağının sadece görünen kısmını oluşturmasıdır çünkü İngiliz erkeklerinin, geceleri dolaşan kan-emici canavara karşı verdikleri savaşın altında daha yoğun ve karmaşık bir hikâye yatmaktadır. Çoğu eleştirmenin belirttiği gibi Stoker’ın romanı 19. Yüzyıl İngiltere’sinin endişelerini açığa çıkarır; sınıf çatışması, öteki korkusu, doğaüstü durumlara karşı korku, cinsellik (kadın ya da eş cinsiyet)  ve cinsel hastalıklara karşı korku.  Cinsiyet veya milliyet bağlamında ‘öteki’ korkusu akla Batı ve Doğu, medeniyet ve doğa, akli ve akıldışı, bilimsel ve bilim dışı (batıl) gibi kavramlar arasındaki kutuplaşmaları getirir. Daha da ötesi Londra’da evler alıp, hatta Londra’ya seyahat edebilen Dracula’nın, günlük hayatın içine karışıp İngilizlerin medeni hayatları için sorun yaratabilecek olması, ‘öteki’yle karşılaşma ve çatışma korkusunu açığa çıkarır. Bu nedenle, anlatım teknikleri ve hikâye farklı yorumlara açıktır.

[...]


Browning senaryosunu, Deane ve Hamilton’ın sahne için yazdıkları oyun metninden alır. Browning’in Dracula’sı ve romandaki kurgu ve akışı değiştiren oyun halini eleştirebileceğimiz tek nokta, asıl metne sadık kalmamaları olabilir. Ancak yine Hutcheon’un bahsettiği gibi, uzun romanların uyarlamalarında, uyarlama yapanın işi ekleme/çıkarma yapmak yani “cerrahi bir sanat” uygulamaktır (19). Browning’in uyarlaması da “cerrahi bir sanat” olarak görülebilir, ancak sonuç olarak görsel ortamda değişen metin kaçınılmaz olarak yeni yorumlara ve karşılaştırmalara açık hale gelir. 1931 uyarlamasını diğer uyarlamalar içinde daha önemli kılan sadece Bela Lugosi’nin ölümsüz Dracula imgesi değil aynı zamanda uyarlamanın altında yatan tarihi arka plandır. Oyun yazarlarını ve yönetmeni etkileyen sadece roman değil, romanı okudukları ve uyarladıkları dönemdir.  

[...]

Coppola uyarlamasının senaryosu James V. Hart tarafından yazılmıştır ve Hart metnine önce “Dracula: The Untold Story” (Dracula: Anlatılmayan Hikâye) adını vermiştir. Senaryonun isminden bile bu uyarlamanın bir yorum, bir çözümleme olacağı görülebilir. Kaçınılmaz olarak film, senaristin ve yönetmenin sanat eseri olarak ortaya çıkar. Senarist ve yönetmen tarihi ve kültürel öğelerle örerek görsel ortamda kendi metinlerini oluştururlar. Ek olarak, Coppola’nın uyarlaması sert bir şekilde eleştirilmesine rağmen, romanda kullanılan tekniklere ve temel konulara yaklaşan örneklerden biridir. 

[...]

Birçok film, 18. ve 19. Yüzyıl romanları gibi, baskın düzene hizmet etmeyi, özellikle ulusal bunalım zamanlarında zevk ve rahatlık hissi vermeyi amaçlar. Dracula romanı ve uyarlamalarında da amaç budur; yabancı bir davetsiz misafir, çağdaş şehrin görünürde ‘mükemmel’ olan düzenini tehdit eder ve medenî beyefendiler bu kötülüğe karşı savaşıp eski düzeni yeniden kurarlar. Browning, belki de Büyük Buhran zamanında izleyicisini rahatlatmak için, düzeni yeniden kurmayı tercih eder. Coppola ve Hart ise metne farklı bir açıdan bakarlar; 19. Yüzyıl arka planında günümüz endişelerini ekrana taşırlar, Dracula veya medenî erkeklerin kurduğu birlikten daha korkutucu olan bir şey varsa o da aynı endişelerin zaman içinde hiç değişmemiş olduğuna tanıklık etmektir. Stoker’ın, romanı yazarken beslendiği endişeler, Coppola’nın yeniden yazımında ikiye katlanır, Stoker’ın romanını yeni okumalar ve uyarlamalar için zengin kılan da sadece metnin kendisi değil insanlığın her dönemde metne kendisini daha yakın hissetmesine neden olan bu endişelerdir.
      • Sir Arthur Conan Doyle, Le Fanu, Oscar Wilde gibi yazarlarla da tanış olan Bram Stoker, tarihî bir karakter olan “Kazıklı Voyvoda” efsanesinden yola çıkarak Dracula romanını yazar, Romanya’yı hiç görmemiş olan Bram Stoker, metnini mekânsal olarak Transilvanya ve Londra’ya kurgular. Film uyarlamaları da Transilvanya’da çekilmemiştir, 1931 yapımı İngiltere ve Amerika’da, 1992 yapımı ise sadece Amerika’da çekilmiştir. Hiç bilmedikleri bir yeri kendilerince kurguladıkları için özellikle yönetmenler eleştirilmiştir.
      • Dracula’nın dinsel olarak “öteki”yi simgelemesi, Hristiyanlığı reddedip karanlığın güçlerine teslim oluşuyla ilgili değildir sadece, Dracula Ortodoks kilisesine bağlıdır, yıllar yılı mezhep savaşlarına tanıklık etmiş Protestan İngilizler için öncelikle, Doğu kiliselerinde sürdürülen ve anlamı “doğru inanç” olan Ortodoks mezhebine tabi olduğu için “öteki”dir.
      • Coppola’nın uyarlamasında, Elizabeta’yı intihar ettiği için aforoz eden rahip rolüyle, Van Helsing rolünü Anthony Hopkins’in oynaması bir tesadüf değildir, iki karakter de Dracula’nın hayatında önemli rol oynar, özellikle Mina/Elizabeta ile kavuşmalarını engelleme bağlamında payları büyüktür.
      • Byronic kahraman (Byronic hero), 19. Yüzyılda şair Lord Byron’ın yazılarından ve bir bakıma kendi karakter özelliklerinden ismini alan karakter tiplemesidir. (University of Michigan’ın tanımlamasından özetle:) “Bilinen haliyle erdemli kahraman özelliklerine sahip değildir, karanlık yönleri vardır, aynı zamanda asidir, yaşamın kendisine bile baş kaldırabilir. Kendisini toplumdan yalıtmıştır, gezgin ya da sürgün hayatı yaşar. Bu soyutlanma dışarıdan bir güç tarafından ya da kendisi tarafından bir zorlama olarak ortaya çıkabilir. Toplumun belirlediği ahlak değerlerine ve kurallara baş kaldırır. Duygusal ve entelektüel kapasitesi sıradan insanlarınkinden üstündür. Tavrı ve tutumu doğa koşullarına göre değişebildiği gibi ısrarcı olduğu, tutkuyla bağlı olduğu düşünceler ve durumlar vardır. Ukala, kendine güvenli, aşırı derecede hassas ve son derece kendinden emindir. İnsanı büyülediği gibi tiksinti de uyandırabilir.” [Paradise Lost’un (John Milton) Satan karakteri, Gotik romanların kimi erkek karakterleri (örn: Jane Eyre’in Rochester’ı) bu tanımın içine girerler, Kont Dracula da Coppola uyarlamasındaki haliyle Byronic kahraman olarak nitelendirilebilir.
      • 1992 uyarlamasında Dracula’nın Gelinleri’nden birini Monica Belluci oynamıştır.]
      • Bu metnin Coppola uyarlaması kısmı, 2009 yılında 1. Korku Anlatıları Konferansı: Yazınsal ve/veya Görsel Vampir Anlatıları’nda sunulmuş ve 2012’de bildiri kitapçığında basılmıştır. Metindeki alıntıların çevirisi tarafıma aittir.

Thursday, August 01, 2013

"Rosemary's Baby" mini dizi oluyor!





     Ira Levin'in 1967 yılında yayınlanan ve çok satanlar listesine giren, hatta 1960ların en çok satan korku romanı olan eseri Rosemary's Baby, 1968 yılında Roman Polanski tarafından psikolojik gerilim-korku türünde sinemaya uyarlanmıştı. Film de gişede büyük başarı sağlamıştı.

     Şimdi NBC aynı eserden bir mini dizi çekileceğini açıklamış: http://ihorror.com/rosemarys-baby-gets-the-tv-treatment-on-nbc/

     Merakla mı yoksa korkuyla mı beklemeli bilemiyorum, edebiyat uyarlamaları insanı çok hayal kırıklığına uğratabiliyor çünkü...


Thursday, May 30, 2013

Eski Vampire Yeni Kan



Filolog olarak, vampir anlatıları ve edebiyat uyarlamaları da çalışan biri olarak hatta ve hatta Dracula roman ve uyarlamaları çalışmış biri olarak, NBC'nin yeni dizisi Dracula'yı görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. 

Kısa bir geri dönüş yapmak gerekirse Bram Stoker'ın 1897'de yazdığı bu gotik roman, Nosferatu ile başlayarak defalarca sinemaya uyarlandı. Kont Dracula bu filmlerin çoğunda romandaki gibi öteki/kötü/düşman olarak tasvir edildi ama 1992 yapımı Coppola'nın Bram Stoker's Dracula'sında olduğu gibi haksızlığa uğramış/ötekileştirilmiş (ve romantik) bir karaktere de dönüştürüldüğü oldu. 

NBC'nin yeni dizisi Dracula'yı ilginç kılan ise pek severek izlediğimiz Downton Abbey dizisinin yapımcılarına ait bir proje olması. Ancak Kont Dracula rolüne Jonathan Rhys Meyers'ı uygun gören bu uyarlama, hikayeyi de çok farklı bir noktaya çekmeyi uygun görmüş. 

"19. Yüzyılın sonlarıdır ve gizemli Dracula, Viktoryen topluma çağdaş bilimi getirmek isteyen Amerikalı bir girişimci kimliğine bürünmüş olarak, Londra'ya gelmiştir. Özellikle, güneşten sakınan biri için çok faydalı olan, geceyi aydınlatan yeni elektrik teknolojisiyle ilgilenmektedir. Ama seyahatlerinin başka bir nedeni vardır: yüzyıllar önce kendisini ölümsüzlükle lanetleyenlerden intikam almayı ummaktadır. Her şey plana göre gitmektedir... ta ki ölen eşinin yeniden can bulmuş haline deliler gibi aşık olana dek."




Reankarnasyon öğesi, aşk, romantizm, erotizm öğeleri ve tabi ki Kont Dracula'nın romandaki tasvirinin aksine, (görece) yakışıklı ve intikamcı bir karaktere dönüşmesi ister istemez bu yeni dizinin, Coppola'nın filmindeki öğelerden beslenmiş olduğu hissini uyandırıyor. Ancak Romanda da, diğer uyarlamalarında da Orta Avrupalı kökenlerinden uzaklaştırılmamış, kimliği açık açık değiştirilmemiş (Vlad Dracula, vampirliğini gizlerken soylu kimliğini saklamaz) Dracula, bu uyarlamada Ortodoks doğu kültüründen gelen Romanyalı bir soylu olduğu gerçeğini gizler ve Amerikalı, orta sınıf bir girişimci rolü yapar. Bu seçimin nedenlerini, sonuçlarını, konunun bir intikam ve aşk hikayesine dönüşmesinin getirdiklerini ancak birer saatlik bölümleri izlediğimde anlayacağım sanırım, ancak "öteki" kavramına farklı bir açıdan bakmak olduğunu söyleyebilirim şimdiden. 

Alıntı ve görseller için kaynak: http://www.nbc.com/dracula/#About

Bu da fragman:




Wednesday, May 22, 2013

Kadınlar Robotlara Karşı: The Stepford Wives


Kadınlar Robotlara Karşı:
Ira Levin’in The Stepford Wives Romanının Forbes ve Oz Uyarlamaları
Ira Levin’in The Stepford Wives (Stepford Kadınları) eseri 1972'de yayınlanmış, 1975’te Bryan Forbes, 2004’te Frank Oz tarafından sinemaya uyarlanmış ve çeşitli dizi ve filmlere de kaynak olmuş bir gerilim-gizem romanıdır. Kitabın 1975 film uyarlaması bilim-kurgu ve gerilim başlıkları altında listelenirken, 2004 uyarlamasında bu başlıklara komedi de eklenir. Roman ve uyarlamalar 1970’lerin  ve İkinci Dalga feminizmin kadın sorunları üzerinde yoğunlaşırlar. Levin bu distopik bilim kurgusunda 1970’lerde kadınların içinde bulunduğu durumu karamsar bir şekilde betimler; sadece feminizmin değil genel anlamda kadınların, ataerkil düzen karşısındaki yenilgisini gözler önüne serer.  Roman ve 1975 uyarlaması, kadınları makineleştirip onlara imkânsız cinsiyet rolleri yükleyen toplumun, ataerkil düzenin ve kadınların bu düzenden kurtulmayı başaramamalarının bir eleştirisi olduğu gibi insanları makineleştiren teknolojik gelişmelerin de bir eleştirisidir. 2004 uyarlaması ise hem bu eleştirileri daha ileriye götürür hem de sorunları sadece cinsel rolleri ters-yüz edişiyle değil, filmin bitişinde yarattığı dönüşümle de farklı bir şekilde ortaya koyar.Ira Levin romanına Simone de Beauvoir’ın The Second Sex (İkinci Cins) eserinden bir alıntı yaparak başlar:
“Savaş, bugün, farklı bir şekil almakta; erkeği hapsetmektense, kadın kendisi hapisten kurtulmaya çalışıyor; erkeği yüce düzenin içine çekmeye çalışmaktansa kendisi yüce ışığa ulaşmaya çalışıyor. Şimdi erkeğin tavrıysa yeni bir çelişki doğuruyor: isteksiz bir şekilde kadının gitmesine izin veriyor.”
Eseri 1949’da yayınlanan Beauvoir zamanının önde gelen feminist yazarlarındandır. Kadını “öteki” olarak damgalayan ve belli görevleri yerine getirmeye zorlayan sistemi eleştirir, çünkü Beauvoir’a göre kadın, sistemin beklentileri ve zorunluluklarına göre kadın olmakta, kimliği yapay bir şekilde oluşmakta ve doğuştan gelmemektedir. Levin’in yaptığı alıntı da kadınların öz kimliklerine ulaşmak ve erkek dünyasında yer kazanmak için gösterdikleri çabaya gönderme yapmaktadır. Beauvoir sürmekte olan bir savaştan ve içinde bulunduğu durumdan bahseder, kadınların çabasını şekil değiştirmekte olan bir savaş olarak görür. Bu alıntı, bu “savaş”ın geçmişiyle ilgili iki sorun ortaya koymaktadır: kadınlar erkekleri hapsetmeye yani erkekler üzerinde güç ve üstünlük kazanıp onları sosyal hayattan uzaklaştırıp kendi sınırları içine çekmeye çalışmışlardır. Yani kadınlar, üzerlerindeki erkek egemenliğini tersine çevirip, aynı eşitsizliği tekrar etmeye çalışmışlardır. Ancak aynı zamanda kendilerinin de hapsedilmiş olduklarını fark etmezler ya da mahkûmiyetten kurtulmaya çalışmazlar çünkü erkekleri aşağıya çekmekle meşguldürler. Bir sonraki cümle ise, kadınların, erkekleri hapsetmek yerine, kendilerini bu düzene dayalı parmaklıklardan kurtarıp, üstün görülen erkeklerin dünyasına girip eşitlik kazanmaya odaklandıklarını gösterir. Asıl sorunsa son cümleyle ortaya çıkar: bağımsızlık ve eşitlik yine erkeklerin kabulüyle gelir. Erkekler kadınların bu parmaklıklardan kurtulmasına izin verirler ama bu konuda pek de mutlu değildirler.
Roman ve 1975 uyarlaması söz konusu olduğunda alıntıdaki fikir ikisinde de hâkimdir. Okur/izleyici sadece cinsiyetler arası bir savaşla değil, kendi meslekleri ve hayat görüşleri olan kadın karakterler ve onların dönüşümüyle de yüzleşir. Bu kadınlar istedikleri hayatı yaşama hakkına sahiptirler ancak istedikleri eşlerini rahatsız etmediği sürece. Ira Levin bu romanda, eşlerinin parmaklıklardan kurtulmasına “izin vermiş” olan erkeklerin şimdi onları robota dönüştürerek yeniden hapsetmeye çalıştıklarını gösterir, dolayısıyla “mükemmel eş” olgusunun makineleştirilmiş bir hayattan farklı olmadığının da altını çizer.
[...]

2004 Frank Oz filmi ise konuyu aykırı bir şekilde uyarlar. Uyarlamak “düzeltmek, değiştirmek, uygun hale getirmek” ve uyarlama da “kopyalamadan tekrar etmek/genel bir kültürel yeniden yaratma süreci” anlamlarına geldiği için Oz olayları 2000lerin çağdaş dünyasına taşımaktan, çağdaş cinsiyet ve teknoloji sorunlarını tartışmaktan ve bu çağdaş arka planda olası yeni bir son yazmaktan çekinmez. İki cinsin güçlerini, farklılıklarını göstermeye çalışarak, eşit kılar, onun uyarlamasında kadınlar “Manhattan’lı kariyer cadıları”yken, eşleri karılarının başarıları altında ezilirler. Romanda ve 1975 uyarlamasında çalışan ve para kazanan erkeklerken, Frank Oz’da kadınlar eşlerinden daha fazla kazanıp onları perişan ve güçsüz bir duruma sokarlar. Bu uyarlamada taşraya taşınmak isteyen Joanna’dır, romanın ve ilk uyarlamanın yarı-profesyonel fotoğrafçısı, kızlık soyadıyla hatırlanmak isteyen Joanna, bu uyarlamada New York’ta bir televizyon ağı başkanıdır ve sahneye “bir dev, bir deha, televizyon dünyasının en çalışkan insanı” olarak davet edilir. Kocası Walter’ın soyadı Kresby olmasına rağmen o kızlık soyadı olan Eberhart soyadını kullanır ve böyle tanınır. Bu, kısa siyah saçları, siyah takım elbiseleriyle Joanna’yı daha hırslı ve güçlü bir karakter haline getirir. Hazırladığı bütün TV programları “Ben daha iyisini yaparım,” “Güç Dengesi” gibi cinsiyetler arası rekabete dayalı, daima kadın yarışmacıların erkekleri alt ettiği yarışma programlarıdır. Margaret Thatcher gibi siyah takımlar giyip, cinsiyet problemleri ve iki cins arasındaki problemlerle derinden ilgili kadın karakterleriyle bu uyarlama, feminizmin Üçüncü Dalgasını, yani 1980lerin kadınları erkekleştiren feminizm akımını ekrana taşır. Walter Joanna’ya “ sadece üstün güçlü, nevrotik, korkutucu Manhattan kariyer cadıları siyah giyinir, böyle bir kadın mı olmak istiyorsun?” diye sorduğunda Joanna’nın cevabı “ hem de çocukluğumdan beri” olur. Bu, erkekleşmiş kariyer kadınlarının, yapay bir şekilde kurulmuş ve kadınları sistemin altyapısı haline getirmeye çalışan çağdaş kapitalist düzenin içinde hapsolduklarını gösterir. 1950lerin kadınları nasıl kusursuz ev kadını reklamlarına maruz bırakıldıysalar, çağdaş kadınlar da sahte bir “her şeye sahip kariyer kadınları” imgesine maruz bırakılır.
Ancak, bu uyarlama da eski “ev hanımı”nın her an geri dönebileceği tehlikesinin hala var olduğunu gösterir. Joanna işten çıkarılıp, sinir krizi geçirdikten sonra ailesiyle birlikte Stepford’a taşınır, büyük şehir hayatından, 1950lerin güzel elbiseler, incecik beller ve ev hanımlığı dünyasına ani bir geçiş yaparlar. Ama Stepford’a taşınma sahnesinde kullanılan renkler ve müzik buranın gerçekten cennet gibi bir yer olduğu hissini verir.

[...]

------------------ 0 -------------------
Bu makalenin orijinal dili İngilizce'dir ve "Film and Literature" Doktora dersi altında yazılmış ve Amerikan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nın "Literature and Film" konferansında sunulmuştur. Metin Türkçe olarak ilk defa "Gölge e-dergi"de daha sonra da "Öteki Sinema"da yayınlanmıştır. Burada sadece metinden alıntılar sunulmuştur.

İnsanın insana ettiğini...




The Walking Dead'in 3. sezonunu 2 günlük bir izleme turuyla bitirdim. İlk iki sezonda "zombi"lerden kurtulmaya çalışıp, hayatta kalma mücadelesi veren karakterlerimiz, 3. sezonda asıl mücadeleye, yani insanın insanla, insanın kendiyle olan mücadelesine geri dönüyorlar. Yürüyen ölülerse arada zorluk çıkaran süs objelerine dönüşüyor. Dizinin korku, heyecan ve akış ivmesi düşünüldüğünde az biraz rotasından sapmış mı diye düşünebilir izleyici. Ancak ister istemez dünya üzerindeki yaşantının en acı gerçeği göz önüne çıkıyor dizide yeniden, yürüyen ölülerden daha korkunç bir şey varsa o da yaşayanlardır.

Kısacası yaşanan/yaşanabilecek bütün kıyamet senaryolarına, kimyasal, biyolojik silahlara, yürüyen ölülere, vampirlere ve diğer bütün korkunçluklara rağmen insanın en büyük savaşı kendiyle ve kendi türüyle oluyor yine, bu sezon bize yine bildiğimiz bu hikayeyi anlatıyor. Hatta bir sahnede Maggie de söylüyor bunu, "Yürüyen ölülerle savaşmaktan, insanların neler yapabileceğini unutmuştum" gibi bir cümle kuruyor. Aslında hiç tarzım değil kısa kesmek, yazılabilecek ince ince noktalar var elbet, "Messiah Complex"ten, şiddetin doğallığına, önyargıdan, psikolojik bunalıma birçok konudan bahsedilebilir. Hatta yürüyen ölüleri vurup parçalamak ne kadar sıradanlaşıyorsa (hayatta kalmak adına), aynı nedenden dolayı insanları öldürmenin doğallaşması da tartışılabilecek bir konu, sadece kişisel çıkarlar devreye girdiği için dengelerin değişiyor olması da cabası. Ancak seyir zevkinizi daha da bozmamak için, izleyin görün diyerek bitirmeyi tercih ediyorum.

Saçma sapan, gereksiz uzatılmış bazı sahneleri de geçersek, insanlık (insanın karanlık tarafı) hakkında çok şey öğrendiğimiz bir sezon olmuş da diyeyim de, bu cümleyi bir yazı içinde kullanmış olayım ve bir blog yazısından eksiği de kalmamış olsun.


"Rahatsız seyirler!"

*Messiah Complex: Mesih kompleksi - Herkesi, her şeyi kurtarma ve koruma ve "kurtarıcı" olma sorumluluğu hissetme, kaderinin bu olduğuna inanma sendromu.

Tuesday, July 31, 2012

Marble






Catherine: Why can't you bear me getting old?
Ben: Women aren't allowed to get old. I mean, of course you're allowed, but it's not mannerly. It's somehow not appropriate. Old women interfere with my sense of myself.
Catherine: And what about old men?
Ben: Ah, men don't matter. Can't stand them. It's never about men.
Catherine: You're wrong, as usual. It's all about men, always has been, we're not even allowed to grow old without your disdain.


Marble - Marina Carr

Tuesday, December 06, 2011

Benim Tezim...



Benden blogger falan olmaz sanırım... 
Keyifli bir şeyler yazmak, bir şeylerden bahsetmek hatta serbest stil yazmak için bile harcayacak düşünce gücüm ve zamanım yok çünkü dev gibi bir tez beni bekliyor...
Şu anda yazıyor olmamın tek nedeni de tez yazmayı azıcık daha ertelemek...
Ayıp ediyorum kendime, bana bakan word sayfasına da...
Oysa ben "Doktora tezine giriş: Master tezi" adlı bir deneyim yaşamıştım yakın zamanda, insan hiç uslanmıyor!

Thursday, September 01, 2011

Post-apocalypse


Bilmem hiç farkettiniz mi? Apocalypse "kıyamet" demek, yani ilahi ve ilahi olmayan bütün inanışlarda var olan, tüm yaşamın yok olacağı gün demek. Ancak edebiyat ve sinema post-apokaliptik yani kıyamet-sonrası dünyalar sunar bizlere, yaşamın daha karanlık/korkunç bir dünyada ya da başka gezegenlerde, değişen insanlık ve yaşam koşullarıyla bir şekilde devam edeceğini var sayarlar. Kimi eserler her şeyin daha da kötüye gideceğini, diğerleri ise bir umut ışığının varlığını yansıtırlar. Ne şekilde olursa olsun kıyametten sonra yaşayacağımız düşüncesi hep ilginç gelmiştir bana, ölüm korkusu bu belki ama aynı zamanda çok da insani... bir şekilde varolacağımıza inanmasaydık sanat da olmazdı belki de...
Ancak bu durum aklıma Matrix'te Ajan Mr Smith'in Morpheus'a söylediği bir sözü hatırlatıyor:
"I'd like to share a revelation that I've had, during my time here. It came to me when I tried to classify your species. I realized that you're not actually mammals. Every mammal on this planet instinctively develops a natural equilibrium with the surrounding environment, but you humans do not. You move to an area, and you multiply, and multiply, until every natural resource is consumed. The only way you can survive is to spread to another area. There is another organism on this planet that follows the same pattern. A virus. Human beings are a disease, a cancer of this planet, you are a plague, and we are the cure."
Bizim doğayla kurduğumuz denge çoktan bozuldu, her şeyi kendi doğamıza uyduruyoruz sanki... yaşama/hayatta kalma içgüdümüz de her şeyden yüksek... o nedenle yaşanabilecek kıyamet senaryoları da insan yapımı kıyametler olarak ortaya çıkacak gibi geliyor, gerçek kıyamet huzur verebilirdi ama düşünün, durum öyle vahim ki... kıyametten sonra daha beterini yaşamak durumunda kalacağız galiba... 

Ne dersem diyeyim, apokaliptik ve post-apokaliptik edebiyatı da, filmleri de çok severim, klişe bir tabir kullanırsam "insan kendisi hakkında çok şey öğreniyor." Şaka şaka, çalışacak çok malzeme sunuyor bu eserler sanat, psikoloji, sosyoloji gibi alanlar için. Adeta altın damar...


*Bin yaprak post-apokaliptik edebiyat: http://en.wikipedia.org/wiki/Category:Post-apocalyptic_literature

Aşk ve Gurur ve Zombiler


Jane Austen'ın Aşk ve Gurur (Pride and Prejudice) romanını pek severim, zombileri (filmler, romanlar vs.) severim. Seth Grahame-Smith’in Quirk Classics’ten çıkan Pride and Prejudice and Zombies kitabını gördüğümde de heyecan duydum elbet ancak okuduğumda o tatmin hissine eremedim.  
Zombi bölümleri, ana metne ara ara yerleştirilmiş, çok da yeniden yazım gibi olmamış gibi geldi ne yazık ki...  ama yapılan ufak tefek değişiklikler de hoşuma gitmedi değil hani. 
Kitabın filmi de çekiliyor, daha umut verici olabilir.
Seriden çıkan başka romanlar da var ve daha iyi olma ihtimalleri yüksek. 
Yazdığımın az biraz daha fazlasını aşağıdaki linkten görebiliriz istersek: